Girenlere ve Çıkanlara Dair

Biliyor musun?
Yaşam bir “girenler” ve “çıkanlar” öyküsü.
Dur; hemen “ah bu Türkçe ne lastikli dil” diye ön yargıyla karşılama beni. Öyle yaptıysan da senin düşünce biçiminin sorunudur. Kabul, ben de olası çağrışımlardan biraz yararlanmak istemiş olabilirim söze başlarken; fena mı oldu? Bak, dikkatini çekti.

İnsan ve yaşamı, bir otoyol tüneli gibi. Bir yandan girenler, bir başka yerden çıkıveriyorlar.
Biraz dikkat edersen sen de göreceksin hemen her şeyde “Girenler” ve “Çıkanlar” olduğunu.

En başta soluğun. Havayı çekiyorsun içine, sonra salıyorsun, gitsin. Ama şu var ki, girdiği gibi çıkmıyor dışarı. Değişiyor. Sen, sana yararlı olan oksijeni kullanıyorsun, içine çektiğin hayayı işine yaramayan, hatta zararlı olabilecek karbondioksit olarak veriyorsun dışarı. Ya da, yemek yiyorsun. Canım etler, sebzeler, meyveler olanca lezzetiyle giriyor ağzından bedenine. Vitamin, protein, lezzet, enerji, haz, doygunluk ne varsa alıyorsun içine. Sonra nasıl çıktığı malum bedenden. Bak şimdi bir düşündüm de, yaşama ya da bedene her gireni kesinlikle bok etmeden çıkaramıyor muyuz acaba? Haydi bok etmek demeyelim ona. Ama sanırım, değişmeden, başkalaşmadan, çoğu zaman da değiştirmeden, başkalaştırmadan çıkmıyor bir yere giren.

Okul örneğin. Okula giren öğrencinin olumlu yönde gelişerek, değişerek çıkmasını bekleriz. Dur, itiraz etme hemen “ama her zaman öyle olmuyor” diyerek; bekleriz dedim zaten. Peki, öğrenci de değiştirir mi okulu? Elbette. Sorduklarıyla, yorumladıklarıyla, ona “öğretme” iddiasında olanlara öyle bir öğretir, onları öyle yerlere taşır ki, kendinden sonraki öğrenciler için daha önceki gibi olmayacak değişimler bırakır.

Dostlar, arkadaşlar, aile fertleri. Kimi doğduğumuz anda, kimi ömrün bir noktasında giriverirler yaşamımıza. Kimileri bir yerlerde çıkar gider, kimi zaman da ömür denen şeyin sınırı birimizden birini çıkarıverir yaşamdan dışarı. Gün biter, geceye gireriz; ta ki ışık girip karanlığı dışarı çıkarıncaya kadar. Her giren, bir şekilde çıkar. Ama iz bırakarak, ama hiç anımsanmadan.

Yanılmıyorsam 2007 yılıydı 90’ların en başında bir lise tiyatro gurubunda tanışıp da yaşamımda kalan bir arkadaşım, Çağatay, beni iki arkadaşıyla tanıştırmak istediğini söyleyerek bir yere davet etti. Asmalımescit’te bir meyhaneye gittik. Çağatay tanıştırdı; “Ömer, Şafak”. Şöyle biraz baktım. Birbirine pek de uyumlu olmayan, biri rocker, diğeri az önce kamudaki iş yerinden çıkmış gibi görünen biz yaşlarda iki genç adam. Ben bakarken Rocker olanı “Abi ben dayanamayacağım, öpeceğim” dedi, sarıldı. Ne oluyor lan derken duruma uyandım. Bunlar 17 yıl önce birlikte çalıştığımız ekipten arkadaşlarımız. O zamandan bu yana hiç haberleşme şansımız olmamıştı. Meğer Facebbok denen bir şey varmış, onun üzerinden o zamanki ekip birbirini bulmuş, son olarak da o zamanki yönetmenlerine yani bana sürpriz yapmak üzere anlaşmışlar. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Benim, daha sonraları Sosyal Medya diye genel ad alacak dünyanın ilk örneği Facebook’la tanışmam o zaman oldu. Aman ne harika şey. Herkes orada. Yıllardır hiç haber alamadığım nice insanı bulabiliyorum. Bu olanağı Psikolog dostum Ümit’e anlattım; “Oğlum harika bir şey. Kimleri kimleri buldum. Sen de aç bir hesap”. “Yok” dedi Ümit, “bunca yıldır isteseydik ya da gerek duysaydık zaten hayatımızdan çıkmış olmazlardı. Bazılarının da gitmesi gerek”. Bu konuşmadan sonrası ikimiz için farklı devam etti. Ümit olayların gelişmesinin sonucu internet ve sosyal medya yaşamında sonsuza dek uzak kalamadı. Bana gelince; evet, hala teknolojinin bu dünyasının içinde, iletişimin bu olanağını kullanıyorum. Hatta şu anda bile size o yolla sesleniyorum.

Bu maceranın ilk günlerinden birinde bir çocukluk – ilk gençlik arkadaşımı buldum. Ne kadar uzun yıllar olmuştu görüşmeyeli. Hasretle sarıldık birbirimize. Görüşmeye, birlikte zaman geçirmeye başladık. Çok zaman geçmedi; ben o kadar uzun zamandır bu arkadaşımlar neden görüşmediğimi hatırladım. Hayır; özel bir olay olduğundan değil. O arkadaşlıkta sevdiğim şeyler kadar sevmediklerimi de anımsadım. Sonra? Sonra yine pek görüşmedik. Kısacası yaşam bir “girenler” ve “çıkanlar” öyküsü. Bütün mesele, girenler çıkarken neler bırakıyor, nasıl anımsanıyor ya da anımsanmıyor.

Unutma; senin nasıl herkesle ilgili düşüncelerin, yorumların varsa giriş çıkışlarının sonucunda insanların da seninle ilgili görüşleri, yorumları var ve olacak. Nasıl anılmak hoşuna gidecekse ona göre yaşa, girdiğin, çıktığın yerlerde dikkatli ol. Yaşam sahneye doğumla girdiğin ve o sahneden ölümle çıktığın provası olmayan bir oyun. Ne mutlu hem oyun boyunca hem de o son selamda alkışı hak edenlere.

* * *

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.